EMO Elektronik Mühendisliği Meslek Dalı Komisyon Başkanı Hakkı Kaya Ocakaçan

Endüstri 4.0’ı anlamazsak yok oluruz!

EEMKON 2017 Kongresi’nde en önemli konu başlıklarından biri olan endüstri 4.0, üniversitelerden ve sektör Profesyonellerinden birçok konuğu çeşitli oturumlarda yanyana getirdi. bu başarıda imzası olan isimlerden biri de Kongre düzenleme komitesi Elektronik sanayi sempozyum yürütme kurulu başkanı Hakkı Kaya Ocakaçan’dı. Geçmişte Vestel, LC Waikiki gibi kurumlarda üst düzey yöneticilik yapan Ocakaçan’la  Endüstri 4.0 nedir, ne değildir sorusunun yanıtını aradık ve Türkiye’yi konuştuk.

EEMKON 2017 Kongresi Endüstri 4.0’ın tartışıldığı önemli platformlardan biri oldu. Bu başarıda sizin de imzanız var, sizi biraz yakından tanıyabilir miyiz?

Şu anda EMO Elektronik Mühendisliği Meslek Dalı Ana Komisyonu Başkanıyım. biliyorsunuz EMO’ya üye birbirinden farklı formasyoda mühendislik dalları var. Elektrik mühendisleri, elektronik haberleşme mühendisleri, enerji mühendisleri,  biyomedikal mühendisleri gibi çeşitli branşların hepsi EMO’nun içinde.  TMMOB yönetmeliğe göre eğer bir odanın içinde birden farklı formasyonda mühendisler varsa,  her formasyon kendine bir meslek daimi komisyonu oluşturuyor ve bu komisyonlar da aynı bir oda gibi faaliyet gösteriyor. Böyle baktığımız zaman elektrik-elektronik ve haberleşme mühendisleri içinde bizim komisyonumuz var ve ben de onun başkanlığını yapıyorum. Ben aslında İTÜ Elektrik Fakültesi Elektronik ve Haberleşme Bölümü mezunuyum.

Bu dağınık formasyon yapısı EMO’nun da önemli bir sorunu bildiğimiz kadarıyla…

Evet, bizim ünvanlarımız biraz karışık. Biz de bu nedenle herkes açısından bu durumu netleştirmeye çalışıyoruz. Türkiye’de şu anda 168 bölümde üniversitede bu ünvanlar dağıtılıyor. Biz de bu ünvanları netleştirmek ve standarda kavuşturmak için çalışıyoruz , YÖK de çalışıyor bildiğim kadarıyla.

Meslek hayatınız nasıl başladı?

Ben aslında elektrik mühendisiyim, ama elektronik ve haberleşmeyiciyim.İş hayatına da İstanbul Sular İdaresi’nde başladım. 1979 yılında. İstanbul Sular İdaresi’nde göreve başladığımda proje dairesinde görev aldım. Dünya Bankası’yla çalışıyorduk. O dönemde Sular İdaresi’nde 40 civarı mühendis vardı, ancak tek lisan bilen mühendis ben olduğum için ve Dünya Bankası’yla yürütülen ilişkiler İngilizce temelinde yürütüldüğü için ben bu alanda görev aldım. Hatta projelere onay verecek olan genel müdür, genel müdür yardıcıları da lisan bilmiyordu. Ben raporları hazırlıyordum, onlar “Evladım rapor doğru mu?” diyorardı, ben de “Doğru” diyordum, imza atıyorlardı.

O gün Türkiye’nin şartları oydu, ancak bu bana başka şeyler kazandırdı. Dünya Bankası’nın çalışma şekilleri, işlerin yürütülme standartlarıyla ilgili önemli bir deneyim kazandım. İki temel olay yaşadık. Birincisi almış olduğumuz tesisler yurtdışında Fransızlar tarafından yapıylıyordu. İstanbul’da Ömerli’de kontrol tesisleri ve elektronik cihazlarla çalışılıyordu. Bu cihazların bakım ve onarımlarına gerektiğinde ise bize hiç bir şey öğretmiyorlardı. Ben bu konuyu biraz zorladım. Onlar da “Siz bu bakımları yapamazsınız. Herhangi bir sorun olduğunda bizi arayacaksınız biz ilgileneceğiz,” diyorlardı. Bu elbette Türkiye için ciddi bir parasal kayıptı. Onun üzerine ben Dünya Bankası’nı ikna edip fon çıkartıp Sular İdaresi’ne bir elektronik laboratuvarı oluşturdum ve Fransızlara “bu bakımları bize öğreteceksiniz, kendi laborutvarı oluşturduk”.  Çünkü kalibrasyona bile adamları çağırmak zorunda kalıyorduk. Bu o süreçte bize önemli bir imkan sağladı ve önemli bir deneyim oldu.

İkinci deneyim de şu oldu ki aslında hem ikinci imkan, hem de hayatımın yönünü değiştiren bir gelişmeydi. Dünya Bankasıyla porje anlaşmalarıda en son elimizde 3 milyon dolarlık bir para kaldı, bunu kullanamadık ve projenin bitişine çok az bir süre kalmıştı. Bu kredileri kullanmak belirli temrinlere, belirli onaylara ve süre sınırlarına tabi biliyorsunuz. Üstelik kullanmasanız da faizini ödüyorsunuz. Ben de bu tabloya baktım  ve dedim ki bu para yanmasın, biz bunu kullanalım. Tam 12 Eyül dönemiydi ve ben de dedim ki “Bu kısa sürede bir tek şey yapılabilir,  bizim bilgi işlem makinelerimiz, bilgisayarlarımız yok, bir bilgi işlem merkezi kuralım!”. Dünya Bankası’na biz bilgisayar alacağız dersek bunu hızlandırılmış prosedürle halledebiliriz. Sular İdaresi yönetimi onay verdikten sonra ben de ikna ettim Dünya Bankası’nı ve biz o parayı yakmadan bilgisayarları alıp Sular İdaresi’ne bilgi işlem sistemi kurduk.  Fakat makineler gelmeye yakın genel müdür beni çağırdı ve dedi ki: “Kardeşim tamam bu makineler geliyor, ama peki bunları kim kullanacak?” . Ben de dedim ki, “Benim işim bu değil, benim işim krediyi kullanmak ben krediyi kullandım makineleri de getirdim”. Dedim ama, o iş öyle olmadı. Kendimi sular İdaresi Bilgi İşlem Müdürü olarak buldum. Bugünkü İstiklal Caddesi’nde Ağa Cami’inin yanında Sakız Ağacı Han vardır Sular İdaresinin bürosu oradaydı, şimdi Mango oldu. Ben Karaca Tiyatrosu’ndan çıkıp Ağa Camii’ne yürümeye başladığımda o süre içinde teleksle bilgi işlem müdürü olarak tayinim yapıldı. Hayatımın şekli de orada değişti. Çünkü elektronik laboratuarını bıraktım, proje mühendisliğini bıraktım ve bilgi işlemle uğraşmaya başladım. Türkiye’nin ikinci kuşak bilgi işlemcilerinden oldum. Bizden önce 1962 de Karayolları’na bilgisayar girmesiyle beraber orada yetişen birinci kuşak bilgi işlemciler vardı, böylece ben de o tarihten bu yana ikinci kuşak içinde sayılır oldum..

Sene 1980’lerin başı yanılmıyorsam..

Evet 1981’in sonu gibi, daha sıkıyönetim devam ediyordu. 1983’e doğru zaten darbe koşullarında baskılar da artınca ben ayrılmak istedim. Ancak o zaman bu işler tümüyle izne tabi ve bana “ayrılamazsın” dediler. Ben de ne yapayım diye düşünürken, askere gitmeye karar verdim ve askeri darbe şartlarında buna  “Hayır” diyemediler. Askere gidip Sular İdaresi’nden ayrıldım ve dönüşünde de özel sektöre, bilgisayar üzerine çalışan Bilser adlı bir firmaya geçtim ve 3 yıl kadar genel müdürlüğünü paytım.  Daha sonra Profilo grubunun dağıtım şirketi, Bloomberg’e geçtim, ki Profilo o zaman AEG ve Sony’i Türkiye’ye getiriyordu ve imalatını yapıyordu. Yaklaşık 1 sene sonra yönetici olarak başına geçtim şirketin ve 1992’ye kadar genel müdür olarak çalıştım. 1992’de ise Vestel’den bir teklif  geldi ve 3 yıl boyunca da Vestel’in başında kaldım. Bu hikaye devam ederken Vestel’in el değiştirmesi ve satış aşamaları gündeme geldi. Şirket için karışık bir dönemdi, ben de o dönem  her profesyonel yöneticinin yaptığı yanlışlıklardan birini yaptım, kendi şirketimi kurdum kendi mağazalarını açtım. Ancak kısa süre sonra kapatmak zorunda kaldım. Olumsuz bir deneyim oldu benim için. Bu sırada ne yapayım diye düşünürken masanın öbür tarafına geçtim ve 2000 yılında Yeditepe Üniversitesi’nde ders vermeye başladım. Perakendecilik üzerine ders verirken bana “Lojistikten anlar mısınız?” diye sordular. Ben de anlarım eninde sonunda depolama,  taşıma gibi alanlarda çalıştığım için  “Anlarım” dedim ve orada Pakistanlı bir öğretim görevlisi arkadaşımızla birlikte Lojistik bölümünü kurduk ve ders verdik. Türkiye’nin ilk Lojistik hocalarından biriyim diyebilirim ve bu 4 yıl kadar devam etti. Bu sırada tekrardan sahaya dönme kararı verdim ve 2004 yılı mart ayında LC Waikiki ile yolum kesişti. 2004-2010 arasında Yaklaşık 7 yıla yakın bir  süre Waikiki’de görev yaptım. Ben geldiğimde 54 mağazamız vardı bıraktığımda 375 mağazamız vardı, ciromuz 100 milyon dolardan 7 milyar dolara yaklaşmıştı. geçmişti. Çok hızlı büyüyen, bununla beraber personel ihtiyacı duyan bir şirketti.  Mecburen kendi personelimiz ikendimiz yetiştirmek, seçmek, elemek zorunda kaldık. Değişik disiplinlerde, değişik eğitimlere  sahip arkadaşları aldık ve işimin çok büyük bir kısmı yönetici yetiştirmeye doğru evrildi. Yöneticilik yapmak dışında, alt yöneticiyi, ara kademe yöneticiyi nasıl yetiştiririz meselesi ciddi bir gündemim haline geldi.  Bu konuda çok ciddi üniversitelerle, kurumlarla çalıştım ve birlikte çok ciddi projeler yaptık. Halen bu projelerin bir kısmının aşılamadığını düşünüyorum açıkçası. Üniversitelerle yaptığımız ve literatüre giren projeler oldu. Bu projelerle birlikte şirket de ciddi oranda büyüdü. Elbette hepsini benim yaptığımı söylemiyorum ama ciddi tuzum oldu bu projelerde ve eğitim alanında önemli bir deneyim biriktirdim. 2010 yılında da Waikiki’den ayrıldım ve 3 yıl kadar Rodinin başına geçtim. Ancak daha sonra Rodi’nin kapatılması gündeme geldi, malum 17 aralık olayları vs. yaşandı ve bundansonra kendimi tamamen danışmanlığa çektim.

 

 

Tüm bu süreçlerde Elektrik Mühendisleri Odası maceranız nasıl devam etti?

EMO’da yeni çalışmıyorum. Daha öğrenciyken 1974 yılında EMO’ya da başladım. 1995 yılında İstanbul Şube Yönetimi’nde  görev aldım, çeşitli kunullarda çalıştım. EMO’yla bağım hiç kesilmedi. İş hayatıma devam ederken, genel müdürlük yaparken de EMO benim meslek örgütüm bilinciyle hareket ettim. İş hayatımdan kendimi emekli emekli edebilirim ama EMO’dan emekli etmem mümkün değil diye düşünüyorum.  Çünkü ihtiyaç çok ve baktığınızda EMO’da kamusal bir sorumluluk görüyorum. Çünkü EMO’da hiçbirimiz profesyonel çalışmıyoruz. Ben bu ülkeye borcumuz olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz böyle yetiştik, benim ilkokul öğretmenim “Siz bu ülkeye borçlusunuz bu ülke belli kaynakları olmayan bir ülke, bu ülke sizi yetiştirdi, okuttu, öğrendiklerinizi daha sonra bu ülkeye vermek zorundasınız,” diye büyüttü. Doğru muydu, yanlış mıydı bilmiyorum, ama biz böyle büyüdük ve ben kendimi hala bu ülkeye borçlu hissediyorum.
Bu borcu ödemek için de bana öğretilenleri paylaşmaya çalışıyorum, EMO’nun bu bakımdan çok önemli olduğunu düşünüyorum. EMO’nun görevi de budur bence. Anayasa’nın 135. maddesi ile bizim kendi kanununuzla verilen alanı düzenlemekle göreviyle yükümlüyüz. Bu alanda bilgisi tecrübesi olan insanlar EMO’da yanyana gelerek bunu başarabilir. Çünkü içinde bulunduğumuz alan dinamik bir alan, statik bir alan değil. Hergün yeni bir şey keşfediliyor. Ben üniversitedeyken renkli televizyon yoktu, katot tüpleriyle büyüdük. Şimdi LCD ekralar bir sürü farklı teknoloji var ve kendinizi eğitemezseniz, eğitim alamazsanız kendinizi yenileyemezseniz çok kısa bir süre içinde devre dışı kalırsınız,.EMO bu yenilenme sürecinin önemli bir halkası..

Sözettiğiniz dinamizmin yeni ürünü de  Endüstri 4.0 olsa gerek…

Evet, sözettiğim dinamizm içinde ortaya çıkan kavramlardan biri Endüstri 4.0. Ancak bu kavramın ortaya çıkışı da 4-5 yıl önce gündeme geldi.

Endüstri 4.0, Sanayi 4.0, yapay zeka, nesnelerin interneti, dijital devrim gibi birbiri yerine kullanılan ciddi bir kavram kargaşası da var sanki..

Yapay zeka meselesi, dijital devrim hadisesi belki biraz farklı ama aslına bakarsanız Endüstri 4.0 kavramında bir gariplik var. Neden bir gariplik var derseniz öncelikle hiç bir devrim, devrimi yapanlar tarafından sınıflandırılmamıştır. Yani Endüstri Devrimi sırasında  Watson çıkıp da “Ben buhar makinasini buldum, haydaaa koşun endüstri 1.0 oldu!” diye adlandırılmamışsa bu da öyle.  Bu olaylar daha sonra insan yaşantısını değiştirdiği için,   buharın sanayide kullanılması Endüstri 1. 0 olarak bizim tarafımızdan değerlendirilmiştir. Yine Henry Ford, Fordist üretim tarzını yaratırken adam “Bir dakika durun, ben şimdi endüstri 2.0’ı yaratıyorum” demedi. Kar elde etmek için, daha ucuza araba nasıl yaparım diye düşünerek üretim bantlarını geliştirdi ve farklı bir üretim  süreci geliştirdi. Biz bunu ne zaman farkettik, daha sonra farkettik ve döndük dedik ki, bu üretim içerisinde bir devrimdir, insan hayatını değitirmiştir ve Endüstri 2.0’dır, dedik. Arkasından endüstri 3.0 nedir diye sorsanız o bambaşka bir hikaye, herkesten farklı bir cevap alırsınız. Kimi bir takım algılayıcıların devreye alınmasını, kimi  haberleşmenin, iletişim teknolojilerinin yaygınlaşmasından sözedecek. Bugün Endüstri 4.0 nedir, diye sorduğunuzda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşıyorsunuz. Nedir sorunuza aldığınız tek bir cevap var: “Yapıyoruz” denecek. Şimdi sizin de takdir edeceğiniz gibi bu durum biraz garip, devrimi yapanlar devrimi adlandırıyorlar.

Peki nasıl tanımlar var Endüstri 4.0 sözkonusu olduunda?

Endüstri 4.0’a Almanların yaklaşımına bakarsak, Almanya esas olarak işgücünün ucuzluğu nedeniyle Çin’e kaybettiği üretimi geriye kazanma çabası içinde gibi görünüyor. Gibi diyorum çünkü biraz da şeytanın avukatlığını yaparak bazı soruları burada ortaya atabiliriz.

Şimdi Almanya ne düşünüyor. Ben Çin’de işgücü ucuz olduğu için kaybettim.. Peki o zaman işçilik ihtiyacını minumuma indirirsem ve kendi kendine imal eden makinalar, kendi kendine haberleşen robotlar, işçi olmadan çalışan karanlık fabrikalar yaratabilirsem Çin’e kaybettiğim üretimi geri alabilirim diye düşünüyor.  Zaten mevcut olan robotik teknolojiyi geliştirerek, bunların birbiriyle haberleşmesini ve bunların insanla da esnek bir ortamda haberleşmesini sağlayarak, karanlık fabrikalar dediğimiz kendi kendine çalışacak insansız fabrikalar yaratmaya çalışıyor. Bunu yaparken de tüketicinin anlık ihtiyaçlarını karşılayacak yöntemler bulmaya çalışıyor.

Örneğin bir otomotiv fabrikasını düşünürseniz, araba fabrikaları belirli kalıplarla çalışıyor ve eğer bu kalıptan belli bir miktar araba üretmeden o kalıbı değiştirirseniz zarar ediyorsunuz.

Almanlar bu kalıplara dayalı üretim bantlarını esnetmek,  müşteri ihtiyaçlarını her an karşılayan, hem de maliyetleri en aşağı çekecek bir sistem yaratmayı hedefliyorlar. Bunu endüstri 4.0 olarak adlandırıyorlar. Devlet de buna, bu yöndeki projelere çok büyük katkı veriyor. Burada da esas olarak görünen o ki Çin’e karşı avantajlı bir konum yaratmak istiyorlar. Burada Endüstri 4.0 ülkeler arasında “bir rekabet ve üstünlük savaşının adı mı?” diye sorduğumuzda ise karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. Çünkü şu anda robotixe en büyük yatırım yapan ülkeleri sıraladığımızda görüyoruz ki en büyük yatırımı yapan ülke Çin. Yani siz bunu yapıyorsunuz, ama Çin de buna yatırım yapıyor.

Size yıllar önce tekstil sektöründe başıma gelen bir hadiseyi anlatayım. Hiç unutmuyorum Taksim’de bir toplantıya Almanya’dan bir bakan yardımcısı glmişti. O günlerde de biz tekstili Çin’e kaybediyoruz, Çin ucuz üretim yapıyor, haksız rekabet yapıyor diyoruz, Hindistan ipliği diyoruz ve yoğun olarak tartışıyoruz. Biz böyle yakınırken Alman bakan yardımcısı dedi ki “Yahu beni niye çağırdınız, ben sizi anlıyorum, çok iyi anlıyorum ama siz de beni anlayın, Çin’in bu şekilde pazarı elinizden alması en fazla Almanya’ya kar getiriyor. Çünkü biz Türkiye’ye satabileceğimiz kadar makine sattık, ama şimdi muazzam bir Çin pazarı var önümüzde. Sizi üretim yapıp yapmamamınz kusura bakmayın ama bizim için çok tali bir sorun. Biz şu anda Çin’e makinaları satalım diye bakıyoruz” dedi.

Endüstri 4.0’da da mı aynı şey oluyor?

Benim bu Endüstri 4.0 konusunda kafamda böyle bir soru işareti var. Almanya gerçekten bu endüstri 4.0 işini gerçekten üretim yapmak için mi yapıyor, yoksa yine Çin’e bu yeni tip fabrikaları tabir yerindeyse gazlamak, yeni fabrikaları satmak için mi yapıyor diye soruyorum. Dolayısıyla baktığımızda bu Endüstri 4.0 denilen şeyin anlatılan anlamda yepyeni bir şey olmadığını ve bir devrim olmadığını düşünüyorum Olsa olsa maliyetleri aşağı çeken, üretimi esnekleştiren, robotik kullanımını arttıran ve hataları azaltan, insan emeğini daha aşağıya çekecek bir süreç olduğunu düşünüyorum..

Peki yapay zeka?

Yapay zeka, nesnelerin interneti dediğimiz şeyler aslında biraz farklı. Tabi devrim diye bakarsanız hepsini bu şemsiyenin altına koyarsınız, ama yapay zeka ve nesnelerin interneti şu anlamda önemli. Şimdi endüstri 4.0 içerisinde neslerin internetine baktığınızda bütün nesnelerin  birbiriyle haberleşmesi, yani sadece fabrikalar içinde neslenerin değil, insanlar dahil fabrika dışındaki tüm nesnelerin biribiriyle haberleştiği bir süreç sözkonubu. Elbette bu bizim yaşantımızı farklı bir boyuta getirebilir, yaşantımızı değiştirebilir ve bir devrim niteliği kazanabilir. Ben Nesnelerin İnterneti’ne Endüstri 4.0 kavramının altını dolduracak bir olgu olarak bakabilirim.

Dünyada Nesnelerin İnterneti bakımından hangi aşamadayız?

Neslerin İnterneti hzla geliyor. Bu gelişmenin içinde Türkiye’de yeralıyor mu, evet yeralıyor. Biz yapıcı olarak yeralmıyoruz belki ama adapte edici olarak yer alıyoruz. Zaten başka bir rolümüz olamaz. Bizim mühendisler olarak yapacağımız şey ise bunun farkındalığını sağlamaktır.

türkiye olarak biz dünyada sanayi ve teknolojik gelişmelerde her zaman izleyiciyiz. Ama yanlış anlamayın,  bu kötü bir şey değil. Bizde hep öne geçmek gibi bir kaygı var, ama hayır geçemezsiniz. Buna uygun altyapıya ve buna uygun pazarlara da sahip değilsiniz. Bugün araba yapayım diye çırpınan bir Türkiye’den bahsediyoruz. Yahu araba yüzyıl öncesinin teknolojsi ve gündemi, neden hala araba diye çırpınıyoruz anlamıyorum. Birilerinin bunu anlatması lazım: Sizin yapmaya çalıştığınız şey 100 yıl öncesinin olgusuydu, neden yeni gündemlere yönelmiyorsunuz? Meseleye şöyle bakın lütfen. Tekstilden sözetim az önce, ki biz tekstilde de iyi bir izleyiciydik, adapte ediciydik.  Tekstildeki gibi bu konuda da iyi bir adaptör olmanız lazım. Bu milli sanayiye karşı olmak falan değil.  Japonya örneği var önümüzde. Japonya yıllarca Amerika’yı taklit etti. Ancak bir süre sonra Japoya kendi kalitesini değiştirdi ve bugün öye bir noktaya geldi ki Japonya taklit etmiyor, kendi kalitesini yaratıyor. Eğer belirli bir yere gelmek istiyorsanız, nitel bir sıçramanın ancak nicel birikimlerin üzerinde gerçekleşeceğini bilmeniz lazım. Nicel birikimleri getirmeden nitel bir sıçrama yapamazsınız. Suyu kaynatmadan 100 dereceye çıkaramazsınız. İşte basıncı falan arttırabilirsiniz diyebilir bir mühendis arkadaşımız ama koşulları sağlamanız lazım. Bugün buz gibi bir su var elimizde ama enerji yok. Bize diyorlar ki suyu kaynat, böyle bir şey yok!

Mühendislerin görevi dünyadaki gelişmeleri takip etmek, takip etmeye çağırmak, buna uyum sağlanması için çalışmaktır. Bakın bu Nesnelerin İnterneti, Endüstri 4.0 gelecek, istesek de gelecek istemesek de geleck. Eğer buna uygun davranmazsanız ezilir gidersiniz. Şöyle bir iddia doğru değil: “Haydi! Biz buna öncülük edelim”. Bu ham bir hayal, ancak yapabileceğimiz şeyler yok değil. Biz bazı dallarda uzmanlaşabiliriz. Bazı konularda öne geçebiliriz. Örneğin hemen aklıma gelen örnek Türkiye lojistikte önemli avantajlara sahip ve bu alanda yeni gelişmeler ışığında çalışabiliriz. Hızla bazı alanları seçip onlara doğru yönelmeniz lazım ve oraya yönelik doğru politikalar ve stratejiler geliştirmeniz lazım…

Sürekli strateji toplantıları, belgeleri, gündeme geliyor ancak ciddi bir gelişme olmadığını siz de görüyorsunuz…

Bakın her şeye “Hayır” demek, her şeye karşı olmak meselesi değil bu. Yaklaşımlar iyi niyetli olabilir. Ancak bunlar belirlendiğinde bunun gereğini yapmak önemli. Şimdi ben sizinle çok güzel konuşuyorum, diyorum ki “Lojistiğe yönelelim!” Ama bunu söylemek rahattır. Ancak bunun altını doldurmak, bunun giçin gerekli adımları atmak farklı bir şey. Yoksa siz Endüstri 4.0 trenini kaçırmayalım diyebilirsiniz, ama bunu yüzlerce kişi söylüyor. Bakanı söylüyor, başbakanı söylüyor. Tamam güzel de ne yapıyorsunuz. O trene binmek için bilet almaya çalışıyor musunuz, önemil olan bu. Bu da nereden başlar ben size söylüyeyim bi bu eğitimden başlar. Eğitimle sanayi birlikte gider. Siz eğitimde daha 2.0 aşamasındaysanız endüstride 4.’ı yakalayamazsınız. Şu anda dünyada üniversiteler 4.0’a geçiyor ve şu anda sizin üniversite eğitiminiz 2.0 aşamasında. Öncelikle eğitime ciddi boyutta yaklaşımın değişmesi lazım. Ancak ne yazık ki bizde yaklaşım değişmiyor.

Peki Türkiye nerede şu anda? 

Şu anda cep telefonlarınızla birbirimize bağlanmış vaziyetteyiz ve aslında hepimiz nesnelerin interneti içinde yeralıyoruz ve giderek daha fazla yeralmaya başlayacağız. Kötü bir şey mi bu, hayır. Teknolojiye öcü diye bakamayız. Bu insanların yaşantısını değiştiriyor mu diye bakmalıyız. 1994 yılı Türkiye’ye ilk cep telefonunun giriş tarihidir.  Bugün ise benim inatla almayan bir kaç arkadaşım dışında milyonlarca insan cep telefonu kullanıyor.  Ama unutmayın, nesnelerin interneti bir şemsiye. Yapay zeka ise gerçekten hayatımızı değiştirebilir?

Yapay zekanın endişe verici yanları da var?

Evet, ama yapay zekanın felsefesine baktığınızda makinaların o biraz önce haberleştirdiğimiz makinaların kendilerinin öğrenmesinden sözediyoruz artık. Bu ne demek? Ben bilgisayarcı olduğumu söyledim size. Biz bugüne kadar bilgisayarlar hakkında ne dedik: “Bilgisayar aptal bir makinedir, sen bilgisayara ne verirsen, onu alırsın” Ama bugün öyle bir yere geliyoruz ki, bilgisayardan sadece senin verdiğini almayacaksın, Bilgisayar neyi alması gerektiğine karar verecek, onu alacak ve onun sonucunu çıkaracak. Bu çok önemli. Bir bakış açısıyla bakarsanız olumlu gibi görünebilir. İnsanın yaptığı pek çok hatanın ortadan kalkacağını öngörebilirsiniz. Örneğin IBM Watson’un kanser konusunda yaptığı çalışmalar var ve çok başarılı. Dünyadaki bu konudaki bütün araştırmaları topluyor., değerlendiriyor ve kullanıyor. İnsanlar genelde bunu yanlış anlıyor, zannediyorlar ki Watson dediğimizde, bizim eskiden kullandığımız bilgisayarlar gibi bir nesneden sözettiğimizi sanıyorlar. Hayır öyle değil, Watson’un ne olduğunu ben de görmedim, pek çok insan da görmedi. Belki IBM içinde bir yerde tutuluyor ama Watson dediğimiz şey datalarını bulut üzerinden alıyor, biz datalarımızı buluta gönderiyoruz, bulut üzerinden makineyle haberleşiyoruz ve o belki de bambaşka bir yerde kendi işini yapıyor, yorumluyor ve bize ulaştırıyor. Kendi kendine öğrenmeye dayanan farklı bir algoritma. Deniyor ki makine bağlandığı zaman dünyadaki bütün internet kaynaklarına ve araçlarına erişip oradaki herşeyi alıyor ve derliyor. Evet, biraz şüpheci yaklaşmak lazım, ama bu gerçekten insan hayatını değiştirebilir.

Yapay zekanın mülkiyeti sorunu da gündeme geliyor son zamanlarda. Geçtiğimiz günlerde Bill Gates de yapay zekanın vergilendirilmesi gibi sorunları ortaya attı..

Şimdi söyle söyleyeyim size, elbette robot eninde sonunda bir üretim aracı. Şimdi robot sahiplerinden başlayan, üretim araçlarının sahibi kim olacak sorunuyla devam eden, artı-değer üretimine kadar uzanan bir çizgi içinde de meseleye bakabiliriz. Ama burada ilginç şeylere gidiyor iş. Bu robotların sahibi nedir, bu robotlar artık değer üretecekler mi, ürettikleri değerleri kim alacak? Sahipleri mi alacak, yoksa zaten akıllı, zaten kendi kendine üretim yapan robot bunu sahiplenmeye mi kalkacak bunları göreceğiz. Evet sözettiğiniz endiyelerin kaynağı olan etik sorunu da var yapay zekayla ilgili olarak.  Robotların çeşitli etik ilkeleri olabilir, Asimov romanlarındaki gibi bu ilkelerden birincisi sahibine zarar vermemek, ikincisi kendine zarar vermemek olabilir. Ama bu ilkeler de sizin koyduğunuz ilkeler. Robotlar kendi kendilerini öğrenmeye başlarlarsa, ve kardeşim kusuru bakma biz bu ilkeleri beğenmedik, biz kendi ilkelerimizi koyacağız derlerse ne olur bilemeyiz elbette. Ancak tüm bunlardan, teknolojik gelişmelerden korkamamak lazım. Geçmişte buhar makinasından çok korkulmuştu, şeytan işi diye ama kullanılmasaydı at arabalarıyla gidecektik. Hoş şahsen bana sorsanız biz otomobilkullanacağımza at arabaları kullansaydık atlarla iletişime geçerdik, at beslerdik ve dünya daha mutlu bir yer olurdu belki… Ama şimdi şoförlerden de kurtulup şöförsüz arabalar kullanmaya başlayacağız yakında. Üretim sürecinde de işçinin de patronun da tartışma konusu olmasına doğru gidecek bu süreç..

Biz de insanız ve biz de komik bir şekilde kendi kendimizin arındırılmasıdan sözediyoruz. Bu ilginç bir yer ve nereye kadar gidecek sorusu ortada duruyor.

Bakın yabancı bir fabrikadaki yapay zeka konulu bir örneği vereceğim size.  Fabrikada herkes cep telefonuyla yapay zekaya bağlı. Bir işçi üretim bandında bir vidayı gevşek sıkıyorsa yapay zeka işçiyi uyarıyor. İşçi aynı hataya devam ediyorsa, işyerindeki bir ustayı işçiye yönlendiriyor, işçiyi de ustaya yönlendiriyor cıvatanın doğru sıkılmasını öğretmesini istiyor. yapay zeka bu sırada aynı anda muhasebe departmanına bağlanıp bankaların kredi oranlarını karşılaştırıp, başka firmaların kredi oranlarıyla firmanınkini analiz ediyor, firmayı başka bir bankaya yönlendiriyor. O sırada bir personeli de arabasını yanlış yere parkettiği için uyarıyor, git arabanı doğru parket diyor. Şimdi burada işçi mi yokoluyor, yoksa patron mu orası çok ciddi bir tartışma konusu bence. Ben bu örnekten üst yöneticiye ihtiyaç kalmadığını görüyorum. Bu nereye gidecek hep birlikte göreceğiz. Ancak buna bizim hazır olmamız lazım. Türkiye’nin ve sektörün olduğu kadar mühendisler olarak bizlerin de olayın ne olduğunu çok iyi kavramamız ve takip etmemiz lazım yoksa yok oluruz, değersizleşiriz. Bunu hiç unutmayalım.

Check Also

Ankara Mektubu: Enerji sektöründe önemli olan…

Tuncay Derman İnternet Enerji Platformu’nda geçen ay (Ocak 2018) izlediğim ülkemiz Enerji Sektörü’ne ilişkin bir …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir